Listen

Description

Alice Zeniter’in Kaybetme Sanatı, Cezayir Savaşı’nın ardından Fransa’ya göç eden bir ailenin üç kuşak boyunca taşıdığı kimlik krizlerini, tarihsel travmaları ve aidiyet mücadelesini katmanlı bir biçimde anlatıyor. Roman, dede Ali, oğlu Hamid ve torun Naima’nın kesişen hayatları üzerinden göçmenliğin, unutmanın ve hatırlamanın bedellerini gözler önüne seriyor.

Ali, Cezayir'de topraklarına, köyüne ve geleneklerine bağlı bir adamken, Fransız ordusuna hizmet ettiği için “Harki” damgası yer. Bu etiket, onu hem kendi halkı nezdinde hain, hem de Fransızlar için istenmeyen biri yapar. Köklerinden koparılan Ali, Fransa’da kendini işe yaramaz, geçmişinden soyutlanmış, boş bir evin içinde bulan bir adamdır artık. Bir zamanlar sahibi olduğu topraklar kamulaştırılırken, Fransa’da bir kampın çamuruna ve soğuk barakalarına hapsolur. Rivesaltes Kampı’nın çürük dişli gulyabanileri, savaşın hayaletleri gibi peşini bırakmaz.

Hamid ise babasının taşıdığı sessizlikle büyür. Kendisini Fransız toplumuna kabul ettirmeye çalışırken, kökenlerinden utanmanın eşiğine gelir. Fransızca’yı benimser, oruç tutmaz ama okulda maruz kaldığı ırkçılık ona ait olmadığını her gün hatırlatır. Babasının geçmişine dair sessizlik, Hamid’in rüyalarında alev adam ve demir adam figürleriyle geri döner. Korkusu şudur: Affedemeyeceği bir geçmişi keşfetmek. Bu yüzden anlamaya çalışır ama derine inmeye cesaret edemez.

Naima ise aile hikâyesinin en suskun parçasıdır. Cezayir’e dair bilgisi eksik, ilgisi mesafeli, hatta zaman zaman küçümseyicidir. Kendi deyimiyle, “göçmen torunlarına özgü bir ırkçılık” geliştirdiğini bile düşünür. Dil yetersizliği ve kültürel kopukluk onu uzak tutsa da, dedesinin ülkesine yaptığı yolculuk sırasında tanıştığı sanatçılar ve aktivistlerle Cezayir onun için sadece geçmiş değil, bir olasılıklar yurdu hâline gelir. Naima, kökenin yalnızca kanla değil, deneyimle kurulabileceğini öğrenir. Ve tam da burada, kaybetme sanatını kendi elleriyle yeniden şekillendirmeye başlar.

Savaşın ve göçün izleri yalnızca fiziksel değil; bellekte, rüyalarda, suskunluklarda yaşamaya devam eder. Djamel’in ölümü, Youcef’in kayboluşu, Fatima’nın kurban edilişi, Yema’nın Akli’yi kaybetmesi ve yas süreci; hepsi tarihin aile içinde nasıl yankılandığını gösterir. Sessizlik, anlatılardan bile güçlüdür. Bu suskunluk, zamanla karakterlerin kimliklerini şekillendiren bir boşluk yaratır. Naima’nın görevi, bu boşluğun haritasını çıkarmak olur.

Zeniter, tarihin kolektif bellekte değil, bireysel yaralarda yeniden inşa edildiğini gösterir. Kimlik sadece bir pasaportta yazılı olan değil, hangi hikâyeleri taşıdığın, hangilerini sildiğindir. Kaybetme Sanatı, yalnızca göçmen bir ailenin hikâyesi değil; aynı zamanda yitirdiğimiz her şeyin içimizde nasıl yaşamaya devam ettiğinin romanıdır. Karakterler topraklarını, dillerini, geleneklerini, çocuklarını ve geçmişlerini kaybederken; her biri kendi “yeniden var olma” çabasının içinde, kaybetmenin de bir tür varoluş biçimi olduğunu öğrenir.

Naima'nın Cezayir yolculuğu, geçmişle bağ kurmak değil; geçmişin ne kadarının taşınabilir olduğunu sorgulamaktır. Zira bazen en büyük kayıp, sana ait olmayan bir hikâyeye zorla ait kılınmaktır. Zeniter’in romanı, kimliğin bir zincir değil, bir yolculuk olduğunu; ve bu yolculuğun yönünü çoğu zaman kaybettiklerimizin çizdiğini hatırlatıyor.