Bu tez, Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninde ortaya çıkan kültürel ve dini temelli çatışmaları anlamaya yönelik çarpıcı bir yaklaşım sunar. Huntington’a göre, artık ideolojik ve ekonomik farklılıklar değil, medeniyetler arasındaki derin kültürel ayrımlar küresel çatışmaların temel nedenidir. Bu ayrımlar tarih, dil, gelenek ve özellikle din temelinde oluşmuştur ve kısa vadede ortadan kalkmaları mümkün değildir. İnsanların Tanrı, birey, devlet, aile, otorite gibi konulardaki temel anlayışları medeniyetler arasında büyük farklılıklar gösterir. Huntington, bu farkların siyasi ideolojilerden çok daha kalıcı ve köklü olduğuna dikkat çeker.
Dünyanın küçülmesi ve kültürler arası etkileşimin artması da bu farkları daha görünür kılmakta ve çatışma riskini artırmaktadır. Modernleşme süreçleri ise bireylerin geleneksel kimliklerinden uzaklaşmalarına yol açmış, bu boşluğu doldurmak için özellikle dini kimliklere dönüş hareketleri güç kazanmıştır. Huntington burada önemli bir ayrım yapar: Modernleşme, Batılılaşma değildir. Japonya, Singapur gibi ülkeler modernleşmiş ancak Batılılaşmamıştır. Batı’nın kendi değerlerini evrensel sayarak diğer medeniyetlerden de bu değerlere uymalarını beklemesi, çatışmanın başka bir boyutunu oluşturur. Bu durum, Batılı olmayan toplumlarda tepkiyle karşılanmakta; özellikle İslâm dünyasında fundamentalizmin yükselmesine zemin hazırlamaktadır.
Ekonomik bölgecilik ve kültürel yakınlıklar arasında doğrudan bağ kuran Huntington, ekonomik işbirliğinin başarılı olabilmesi için ortak bir medeniyet zeminine ihtiyaç duyulduğunu belirtir. Aynı zamanda Batı'nın, askeri ve ekonomik gücünü uluslararası kurumlar aracılığıyla dayatması, Batı dışındaki toplumlarda tahkir ve dışlanmışlık duygusunu pekiştirir. Bu bağlamda Batı kavramlarının (liberalizm, insan hakları, demokrasi) evrenselleştirilmesi, diğer kültürel yapıların bastırılması olarak algılanmaktadır.
Bir diğer önemli unsur ise Batı dışı ülkelerin, kendi güvenliklerini sağlamak amacıyla nükleer ve kimyasal silahlar gibi teknolojilere yönelmeleridir. Bu durum, özellikle Konfüçyen ve İslami medeniyetlerle Batı arasında stratejik bir gerilim hattı yaratmaktadır. Huntington, İslam ile Batı arasındaki tarihsel etkileşimin zaten çatışmalı olduğunu; bu gerilimin bugün de devam ettiğini belirtir. İslâm, Batı’nın seküler yapısına tarihsel bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır.
Bazı ülkelerdeki (örneğin Türkiye, Meksika, Rusya) medeniyet kimliği konusundaki iç bölünmeler, bu devletleri istikrarsızlaştırma potansiyeline sahiptir. Aynı zamanda Batı dışı toplumlarda modernleşmenin yol açtığı sosyal çözülme, medya aracılığıyla yayılan materyalizm ve sivil toplum eksikliği gibi sorunlar, genç nüfuslarda hayal kırıklığı ve şiddete yönelimi artırmaktadır. Medeniyetler arası algılar ve önyargılar da bu süreci beslemektedir. Özellikle Batı medyasında İslâm'ın yanlış ve karikatürize edilmesi, karşılıklı güvensizliği pekiştirmektedir.
Bazı eleştirmenler, Medeniyetler Çatışması tezinin Batı merkezli bir anlayışı yansıttığını ve "kültürcülük" üzerinden farklı medeniyetleri statik, değişmez kategorilere ayırarak mevcut güç dengelerini meşrulaştırdığını öne sürmektedir. Bu bakış açısına göre, Huntington’un yaklaşımı bir tür oryantalizm olarak okunabilir ve farklı kültürleri potansiyel tehdit olarak konumlandırarak çatışmayı kışkırtma riskini taşır.
Özetle, medeniyetler arası çatışmaların temelinde yalnızca kültürel ve dini farklar değil, aynı zamanda küreselleşme ile artan temas, modernleşme sonrası kimlik arayışları, Batı'nın üstünlük iddiası ve buna karşı gelişen tepkiler, tarihsel rekabetler, içsel toplumsal sorunlar ve algısal çarpıtmalar da yatmaktadır. Huntington bu çatışmayı kaçınılmaz ve belirleyici görürken, bazı yorumcular çatışmanın altında yatan sosyo-ekonomik dinamiklerin göz ardı edildiğini ve bu yaklaşımın Batı'nın üstünlüğünü sürdürmeye yönelik stratejik bir çerçeve sunduğunu ileri sürer.