Karen Armstrong’un Mitlerin Kısa Tarihi adlı kitabı, insanlık tarihinin en eski anlatı formlarından biri olan mitolojiyi, Paleolitik çağdan modern zamanlara kadar izleyerek, mitlerin sadece "ilkel inançlar" değil, insanın anlam arayışının en derin tezahürleri olduğunu ortaya koyar. Armstrong'a göre mitler; ölümle yüzleşme, kutsalı deneyimleme ve yaşamın karmaşıklığını anlamlandırma çabalarının simgesel dilleridir. Her çağda başka bir form alarak insanın ruhsal ihtiyaçlarına yanıt vermiştir.
Paleolitik Çağ’da, mitler avcı toplulukların varoluşsal kaygılarına cevap ararken şekillenir. Neandertal mezarlarında bulunan eşyalar, ölümden sonraki yaşama duyulan inancı gösterir. Bu dönemin mitleri, insanın hayal gücünün ürünü olarak aşkınlığı ve kutsalı keşfetme çabasının izlerini taşır. Mit, doğayla bir bütün olan bir kutsal düzeni ifade eder; taşlar, ağaçlar, hayvanlar yalnızca "şey" değil, kutsalın yansımalarıdır. Şaman figürü, göğe yükselerek ya da yeraltına inerek bilinmeyene erişir; bu yolculuklardan döndüğünde bilgeliği toplumla paylaşır. Mit ile logos (akıl, teknik bilgi) birbirini dışlamaz; biri yaşamın anlamını, diğeri ise pratik sorunları çözer.
Neolitik Çağ’da, yerleşik yaşama geçişle birlikte tarım kutsallaşır. Tohumun toprağa gömülerek yeniden doğması, ölüm ve yaşamın döngüselliğini anlatan yeni mitlere ilham olur. Ana Tanrıça figürü bu çağda öne çıkar: doğuran, besleyen ama aynı zamanda yok eden bir güç. Tarımın ritmiyle uyumlu kurban mitleri, kutsal enerjinin döngüsünü sürdürmeyi amaçlar. Cinsellik, bereket ve kutsallık bu mitolojilerde iç içedir.
İlk Uygarlıklar döneminde, kentleşme ile birlikte mitler, yazı aracılığıyla daha edebi ve politik hale gelir. Babil’in Enuma Eliş gibi yaratılış mitleri, düzenin kaostan nasıl çıktığını ve tanrıların egemenliğini yüceltir. Zigguratlar, tanrıların yeryüzü ile buluştuğu eksenler olarak görülür. Ancak kent yaşamı tanrıların insana olan yakınlığını zayıflatır; mitler bu uzaklaşmayı ve düzenin kırılganlığını dile getirir.
Eksenel Çağ’da (MÖ 800–200), mitlerin içselleşmesi başlar. Konfüçyüs, Buda, Laozi, peygamberler, filozoflar — hepsi insanın iç dünyasına yönelir. Dışsal ritüellerin yerini, ahlaki derinlik ve vicdani dönüşüm alır. Logos ile mitos’un yolları bu dönemde belirgin şekilde ayrılmaya başlar. Platon ve Aristoteles, mitleri aklın gerisinde görse de, bazen kendi felsefi kavrayışlarını ifade etmek için mitik biçimlere başvurur.
Eksenel Çağ sonrası, büyük dinler (Yahudilik, Hristiyanlık, İslam) mitlere temkinli yaklaşır. Peygamberler, mitolojik çoktanrıcılığı reddederek Tanrı’yı aşkın ve ahlaki bir varlık olarak konumlandırırlar. Ancak mistikler mitlerin sezgisel gücünü sürdürür: Kabala’da tanrının evrimsel doğası, Hristiyanlıkta İsa’nın dirilişi, İslam’da Miraç hadisesi, mitik derinlik taşır.
Modern çağda, özellikle Aydınlanma ile birlikte logos’un zaferi ilan edilir. Bilim, mitleri ‘doğru olmayan’ bilgi olarak kenara iter. Newton ve takipçileri, mitleri çocukça veya ilkel bulur. Mitin insan zihnine sağladığı bütünsel bakış açısı zayıflar. Dinsel metinler, sembolik değil, kelimesi kelimesine okunur hale gelir; mitin şiirsel, dönüştürücü gücü kaybolur. Bilimin zaferi, teknik ilerleme sağlarken, anlam boşluğunu da derinleştirir. Pascal, evrenin “sonsuz sessizliği” karşısında ürkerken, Nietzsche mitin ölümünün nihilizme yol açacağını sezmiştir.
Ancak Armstrong’a göre mit henüz ölmemiştir. Modern insanın hâlâ "anlam" aradığı her yerde mitin potansiyeli sürmektedir. Bir mit, kişisel veya toplumsal dönüşümü sağlayabiliyorsa hâlâ geçerlidir. Mit, yaşamın karmaşık doğasını sıradan gerçeklikten daha etkili şekilde açıklayabilir. Armstrong, çağdaş dünyada mitin yeniden anlam kazanabileceğini, bireysel ve kolektif ruhsal yenilenme için hâlâ güçlü bir araç olduğunu savunur.