Listen

Description

Dış güçler mi burjuva politikası mı?

Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, AKP rejiminin sözcüleri sürekli “dış “mihraklar”dan dem vurup, “faiz lobisi” karşısında “ekonomik kurtuluş mücadelesi” verdiklerini söyleyip duruyorlar. Türkiye kapitalizminin yönetim koltuğunda neredeyse 20 senedir oturan AKP/Erdoğan döneminde Türkiye ekonomisinin 2002 sonunda 129.6 milyar dolar olan dış borcu 2020 yılında 435 milyar dolara, 2002 yılında 15 milyar dolar olan dış ticaret açığı 2020 yılında 50 milyar dolara çıktı. Geçen 18 yılda iç ve dış borçlar için kamu kaynaklarından toplam 500 milyar dolar faiz ödendi. AKP/Erdoğan bütün bunların sorumlusunun “dış güçler” olduğuna halkı inandırmaya çalışıyor. Biz uluslararası sermaye çevrelerinin, emperyalist tefecilerin bu bakımdan masum olduklarını iddia edecek değiliz. Ancak AKP hükümetlerinin aldıkları önlemlerin, izledikleri politikaların 20 yıl boyunca ülke ekonomisinin yabancı sermayeye olan bağımlılığını ortadan kaldırmak bir yana perçinlemesinin altında hangi “yerli” güçlerin yattığını da sorgulamak istiyoruz. Zira bu bağımlılık, bir anlamda mali boyunduruk, emekçileri doğrudan ilgilendiriyor; onların yarattıkları değerin bir kısmının dışarıya akıtılmasına, yoksullaşmaya, işsizliğe yol açıyor.

Yabancı sermayeye bağımlılığın temelinde Türkiye kapitalizminin dünya pazarıyla bütünleşme biçiminin çelişkileri yatıyor. Teknolojik açıdan görece geri, bu nedenle üretim yapısı ithalata bağımlı Türkiye burjuvazisinin daha fazla kâr peşinde 80’lerden itibaren korunaksız bir biçimde dünya pazarına yönelmesi AKP’den önce olduğu gibi AKP hükümetleri döneminde de kronik bir dış ticaret açığına yol açıyor. Daha yeni açıklanan dış ticaret verileri, dış ticaret açığının yüksek ve orta-yüksek teknoloji ürün toplamında geçtiğimiz 5 yılda 190 milyar doları aştığını ortaya koyuyor. İthalata olan bağımlılıkta en büyük pay sahibinin 1.000 ihracatçı firma olduğunu biliyoruz.

Bizim burada asıl işaret etmek istediğimiz nokta şudur: AKP’nin yıllardır izlediği politikalara yön veren, onların manevra alanını (politik öncelikler, “mega projeler”, “Beşli Çete”) belirleyen de sınırını çizen de bu yapısal bağımlılıkoldu. Türkiye büyük burjuvazisinin dünya pazarında yer edinmek, artı-değer, yani sömürü pastasından daha fazla pay alması çabasında yabancı sermaye girişlerine olan bağımlılığı devam etti. Bunun içindir ki AKP/Erdoğan ne yapıp edip uluslararası sermaye çevrelerine ekonomik istikrar ve yatırım ortamı vadetmeye devam etti. 2005 yılında başbakanken “Yatırım için dünyanın tüm girişimcileriyle görüşürüm. Bakanlarıma da her yerde görüşmelerini tavsiye ederim. Çünkü ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim.” diyen Erdoğan, cumhurbaşkanı iken de kısa süre önce döviz rezervlerinin erimesi karşısında, “ülkemizi riski az, güveni yüksek, kazancı tatminkar bir cazibe merkezi haline getirmekte kararlıyız” demek zorunda kaldı. Bu vaadi yerine getirmek bakımından pek başarısız olduğu da söylenemez.

Bu tespitler bizi şu sonuca götürüyor: Erdoğan’ın “tek adam rejimi”nin ya da “maceracı” ekonomi politikasının arkasında yatan, onu besleyen ancak onun sınırlarını da çizen “büyük resmi” iyi görebilmek, bu politikaların nihayetinde sınıfsal bir tercihin ürünü olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor. Yabancı sermayeye olan bağımlılığı gerçekten kırmak istiyorsak çözümü Türkiye büyük burjuvazisinin kendi içindeki paylaşım mücadelesinden ziyade bugün Karaman’daki Döhler, Kocaeli’ndeki Baldur, Dilovası’ndaki Systemair HSK fabrikalarında verilen mücadelelerde aramalıyız.