O sen miydin, karanlığa örtülen
Kapının eşiğinde ufalanan renklerin,
Saf kokuların,
Kayıp geleceklerin saklanmış güneşinde?
Dalgaları susmuş bir kıyının iç çekişinde
Sarkısını arayan güz?
Senin miydi, solan mavilerin som çeliğinde
Sessizlikteki sesi bekleyen o yüz?
Gerçeğin söylediği bir yalan gibi- mağrur ve sakin, şiddetli bir yokluk gibi
Sırla ayna arasına sıkışmış o an?
O yalnız an,
Döner ya ayna birdenbire içine
Ve bakar sonsuzca bir an,
O sarı iskelede ilk kez görürmüş gibi kendi yaşamadığı hikâyesine
Babam ki, bir kıyıdan ötekine
Hiçbir zaman varamayan eski ve güzel bir köprünün yıkılan ayakları gibiydi
İpek gömlek giyerdi
Belki de eksikliği fazla bir harfti babam
İşaretleri çoktan unutulan bir dilin,
Hayatın belleğinden yavaş yavaş silinen alfabesinde-emanet bir at üstünde yaşadı hayatını
Kurumuş bahçelerden toplardı sabahın çiylerini,
Akşamın zilleriyle yağmurun çamlarını süslerdi,
Kendisinin olmayan kadınları sevdi hep
Şimdi burda, karanlığa açılan kapının eşiğinde
O eksik harfi soruyorum alfabelere
Soruyorum babama;
“Her şey ölümde birikir demiştin bana
Ve hayat yaşansın diye vardır sadece,
Dinle ağustos böceklerini
Ve sıcak bir el gibi alnında gezen hayatın seslerini,
Ve unutma, dokunduğu yüzlerde yumuşak bir kili yoğurur insan
Ellerindeki toprak ancak böyle dönüşebilir güle”
İşte mevsim toprak ve gül, alnımda ipekten el gibi hayat,
Ne varsa yok, ne yoksa var içimdeki görünmeyen gecede
Susmak nedir bilmeden ötüyor hâlâ
Upuzun bir denizin görünmez sahilinde,seninle dinlediğim ağustosböcekleri
Söyle şimdi, biriken ne, kökleri büyüten o karanlıkta?
Nerede hammaddeyi güle çeviren simya?
Nereye, nereye koysam başımı kayıyor bir yıldız daha
Gidiyorsun, duvara çizilmiş bir pencereden
Kapısını örtmeyi unutmuş bir gezgine
“Yolun adını göçebe yazar“ diyor yasalar
Babası ölen çocuklar hiç büyümez
Gözlerinde taşır sesinden düşen göğü
Sorular biriktirir yağmur yerine