Adı Türkiye olan ve yirmi yıldır kolonları, kirişleri, her şeyiyle çürümekte olan bina, birincisi 1999’da ve gerçek, İkincisi 2001’de ve finansal olmak üzere iki sarsıntıyla çökmeye başladığında birkaç yıl “bize bir şey olmaz”cılıkla idare etmeye çalıştım ama yürümedi. Çocukluğumdan beri nefret ettiğim yobazlar iktidara gelmişti, bir türlü istediğim akademik kariyere başlayamıyordum ve hepsinden önemlisi, o kariyer de daha şimdiden anlamsız gelmeye başlamıştı. “Ya bu komünistler de ilginç adamlar”dan “dur bakalım ne diyorlar”a geçiş bu sırada oldu. Örgütlendim.
Kendi tarih ve coğrafyamın, kuşak ve çevremin insanı olarak, bunların içinde siyaset yapmak, insanları birlikte eyleme geçersek dünyayı değiştirebileceğimize ikna etmek gibi bir işe girişmiştim ve bu yeni ilişkilenme biçimi hayatıma daha önce hiç olmayan sorular katmıştı. Sonuçta kendi tür ve neslimin içinde geziniyordum ve bana benzeyen insanlar örgütlenme fikrine pek uzaktı. Başlangıçta bunu salt “bizim” derdimiz zannettim, ama zamanla 12 Eylül’den bu yana toplumun patronlar ve gericiler hariç bütün kesimlerinin örgütlü mücadeleden uzaklaşmış ama her birinin kendi yönünde (dolayısıyla yalnız örgütlü mücadeleden değil birbirlerinden de) uzaklaşmış olduğunu anladım. Ben, ortak bir soruna kendi ortamımda, cumhuriyet aydınlanmasından bir ölçüde beslenmiş, kentli, eğitimli emekçilerin içinde yanıt arıyordum.
.............................
Haziran Direnişi başından sonuna bir kentli, eğitimli emekçi eylemiydi. Kuşkusuz toplumun yalnızca bu kesimi değildi harekete geçen; ama eylemlilik o kesimin, içgüdüsel olarak yapabildiği kadarıyla ve tüm politik eksikliklerini (başta da örgütsüzlüğünü) yansıtan öncülüğünde gerçekleşmişti. Eylem bitip, gazı ve tozu dağıldığında, hepimiz değişmiştik, Türkiye değişmişti. Artık bu ülkede, toplumsal mücadele söz konusu olduğunda plazaların en az “fabrikalar, tarlalar” kadar önemli olduğu gerçeğini sadece görmek istemeyenler görmeyecekti.
Bu ortamda, 2014 yılının Eylül ayında, soL Haber Portalı’nâa, o güne kadar biriktirdiklerimle beyaz yakalılar hakkında bir köşe yazmaya başladım. İlk yazımın başlığı “Kaybedecek Neyimiz Var, Aklımızdan Başka?”ydı. Bu köşeyi iki yıl boyunca sürdürdüm. Elenerek ve rötuşlanarak elinizdeki kitabın gövdesini oluşturan denemeler orada yazıldı.
Peki, bu kitap neyi anlatıyor?
Öncelikle, kuşağımı, Türkiye’nin birinci jenerasyon “gerçek” beyaz yakalılarını; onların hayallerini, hayal kırıklıklarını, öfkelerini, umutlarını, umutsuzluklarını, küskünlüklerini, kaçışsızlık ve çıkışsızlıklarım, kaçış ve çıkışlarını. Bütün bu sıkışmışlık sadece güncel değil tarihsel; dolayısıyla tarihlerini. Bütün bu sıkışmışlık esasen bir “kent sıkıntısı”; dolayısıyla kentliliklerini. Sadece ben orada yaşıyor olduğum için değil, Türkiye’nin beyaz yakalı kenti olduğu için İstanbul’u. Ama aynı zamanda dertlerinin evrenselliğini, toplumsallığını, altında yatan ekonomik ve siyasi zemini.
Bir de, aklım kestiği ve dilim döndüğü ölçüde, geri kalan herkesin de kurtuluşu olacak kurtuluşlarını.
Kitabın ismiyle ilgili birkaç kelime etmek istiyorum, zira beni yazmaya iten temel meselenin bu olduğunu düşünüyorum. “Bilmiyorlar, ama yapıyorlar” bir alıntı ve Kapital'm birinci Almanca baskısından. Marx sonraki basımlarda burayı tashih ediyor ve “bunun farkında olmayız, ama gene de yaparız” şeklinde yeniden yazıyor. Dâhi mi, eğlenceli bir kaçık mı yoksa şarlatanın teki mi olduğunu henüz çözemediğim (daha doğrusu birincisi olmadığına eminim ama İkincisi mi üçüncüsü mü ona karar veremiyorum) ahir zaman feylesofu Slavoj Zizek, Marx’ın ideoloji hakkın-daki görüşlerini özetlediğini iddia ettiği bu cümleyi reddediyor ve şöyle değiştirilmesi gerektiğini savunuyor: “Biliyorlar, gene de yapıyorlar.”