Sakallı Celal Bey! O, her zamanki derbeder ve özensiz; tanımayanlara biraz itici gelen pejmürde haliyle ... alnına dökülen, tarak görmemiş kıvrım kıvrım saçlarını ve ta göğsüne inen kırçıllaşmış gür sakalını adeta savurarak gelir ve gözleri gülen vakur ve sevecen görüntüsüyle kalabalığa karışırdı. Ve, hayret! Herkes; yaşıtları, sınıf arkadaşları, hatta daha yaşlı olanlar bile, ona saygıyla yaklaşarak 'Nasılsınız Celal Beyefendi?' diye' hal hatır sorarlardı. Ali Sami Yen'den tutun da Suat Hayri Ürgüplü ve Ercüment Ekrem Talû'ya, Cihat Baban ve Nihat Erim'e kadar devrin hemen bütün ünlüleri -mikrop kapma korkusuyla- kimseye elini vermeyen, bu, dost bakışlı ama pejmürde kılıklı adamın çevresinde inanılmaz bir saygı ve ilgi çemberi oluştururlardı. Camianın en yaşlı ve en kıdemlileri en önde olmak üzere devasa demir kapıdan çıkıp Taksim Anıtı'na doğru yürüyüşe geçerken Sakallı Celal l3ey'in en öndeki safta bulunmasına özen gösterilirdi.
40'lı savaş yıllarıydı o zamanlar ve cumartesi'leri de öğleye kadar ders yapıldığından kendimizi, altı günlü k bir yatılı okul yaşamından sonra alelacele Beyoğlu'nun özlediğimiz kozmopolit ortamına atardık ... ve karşımıza çoğu kez hani o 'pibv' günleri merak ve hayranlıkla izlediğimiz Sakallı Celâ! Bey çıkardı: Omuzunda ıvır zıvırını doldurduğu söyluıen bir garip turba veya bir eski çanta; koltuğunun altında Tünel'deki 'Hac-hette' kitabevinden aldığı 'Le Monde' ve 'Le Figaro' gazeteleri ile son çıkan bir yığıiı Türkçe ve Fransızca kitapla. Tanrım, nasıl olurdu da tam bizlerin çıkışına rastlardı, onun, lisenin önünde bulunması? Ah, gençlik! Kendisinin de içinde yetişip 40 yıl önce mezun olduğu okuldan coşkulu bağırışlarla çıkışımızı seyretmek ... bizlerde kendi gençlik yıllarına şöyle birkaç saatliğine bir yolculuk yapmak için oralarda bulunabileceğini hiç düşünemezdik!
Bir keresinde yanına yaklaşıp:
- Kimi arıyordunuz üstad? Bulmanıza yardımcı olabilir miyim? diye sormuştum.
Öyle ya, belki bir yakınını arıyor veya bekliyordu ve ben bir koşu okula girip aradığı ya da beklediği arkadaşı bularak haber verir ve üstadı fazla bekletmemesini söyleyebilirdim.
Yumuşak, sıcak, çocuksu gözlerle beni süzmüştü gülerek.
Sol elini inanılmaz bir babacanlıkla sağ omuzuma koymuş ve elindeki gazeteyi -o zaman nedenini bilmiyordum- yüzümle ağzı arasında tutarak:
- Kimi mi arıyorum? demişti.
- Evet, kimi arıyorsunuz? Belki yardımcı olabilirim bulmanıza.
- Sen keyfine bak evlat! Çünkü ben, KENDİMİ ARIYORUM, KENDİMİ!..
Omzumdan indirdiği kocaman eliyle şöyle bir yanağıma dokunduğunu, acı tatlı karışımı bir gülümseme ile gözlerimin içine baktıktan sonra başka bir şey demeden, görkemli bedenini, bağcıkları açılmış postalları üzerinde azametle taşıyarak ve İstiklal Caddesi'nin cumartesi kalabalığını adeta yararak kendinden emin tempolu adımlarla Taksim'e doğru yürümeye başladığını di.in gibi anımsıyorum.
Nasıl bir adamdı bu? Ne demek istemişti? İnsan kendini arar mıydı?
.............................................................