André Glucksmann, Nicole Bacharan ve Abdelwahab Meddeb’in birlikte yazdığı La Plus Belle Histoire de la Liberté (Özgürlüğün En Güzel Öyküsü) adlı kitabın önsözünü okurken ilk cümlenin altını çizmeyi unutmuşum. Oysa benim öğrenim hayatımda öğrendiğim en önemli cümlelerinden biridir. 1955 yılında, lise bitirmenin kompozisyon sınavında sorulmuştu. Sadece bana değil, o yıl lise bitirme sınavına giren bütün öğrencilere sorulmuştu: “Roman yol boyunca gezdirilen bir aynadır” cümlesini yorumlayın.
Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah romanının birinci kitabının XIII. bölümünün başında César Vichard de Saint-Réal’e gönderme yaparak alıntıladığı ünlü cümledir bu. Araştırma yaptığınızda hemen hemen her yerde şu açıklamayı bulursunuz: “Romanlarında ‘acı gerçeğin’ peşinde koşan ve özellikle romantik esinli gençleri tasvir eden Stendhal, ‘Roman yol boyunca gezdirilen bir aynadır’ diyerek gerçekçiliğin öncüleri arasında yerini almış, dönemin toplumsal tasvirlerine eserlerinde geniş yer vermiştir.”
Bu giriş bölümünden çıkarmak zorunda olduğumuz bilgiyi yazalım:
1- 1955 yılı ve öncesinde liselerde kompozisyon (yazma sanatı) diye bir ders varmış ve lise diploması almak için bu dersten sınava girmek ve bir eleştirel deneme metni yazmak gerekiyormuş.
2- O yıl ve öncesinde liselerde Türk edebiyatının yanı sıra dünya edebiyatı öğretiliyormuş.
3- O yıl ve öncesinde Mersin Lisesi’nde olduğunca liselerde Cahit Öztelli gibi, Ziya Arıkan gibi, Aytekin Yakar gibi uzman lise edebiyat öğretmenleri varmış.
4- Yeni kuşaklar neden Türkçe konuşmayı ve yazmayı bilmiyorlar, genel ve temel sorusunun yanıtı yukarıdaki üç maddede yer almaktadır.
18 yaşıma kadar 30 metrekare bile olmayan bir odada ana-baba, üç kız ve bir erkek kardeşle birlikte yaşadım. Evde elektrik, çeşme suyu, masa ve sandalye, radyo falan yoktu. Radyo sesini yan odadaki ailenin radyosundan duyardım. İçecek suyu mahalledeki çeşmeden getirirdik. Beş numara gaz lambasının ışığında, biraz ders çalıştım, Ama lise döneminde Akkahve ve deniz kıyısındaki parkta ve evin yakınlarındaki Zeytinli Bahçe’nin ağaçları üzerinde ders çalışırdım. Ders çalışmak denirse... Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı dünya klasiklerinin tamamını beş numara gaz lambasının ışığında, yatağa sırtüstü yatarak okudum. Moulin Rouge adlı filmi gördükten sonra bir gün mutlaka Paris’e gitmeye karar verdim.
Babama güvenirsem, yükseköğrenimi bırak liseyi bile bitiremeyeceğimi anladım ve 12 yaşımda, önce bir komşunun kimliğiyle daha sonra kendi kimliğimle Çukurova Sanayi İşletmeleri’nin iplik fabrikasında çalışmaya başladım. İhtiyarlık Sigortası numaram: 418665 idi. Çalıştığım süre, 1982 yılında, Kenan Evren rejimi tarafından TRT’den zorla emekli edilirken 25 yılı kıl payı doldurmama katkıda bulundu. Kısa pantalon giymekten, saati 12.5 kuruştan günde 12 saat çalışarak kazandığım para sayesinde kurtuldum. Herkes gibi iyi giyinmek istiyordum. Ağustos ayı sonunda kumaş alıp kendime takım elbise yaptırırdım, aynı şekilde ayakkabı ısmarlardım ayakkabıcıya. 1950’lerde hazırgiyim gelişmemişti ve pahalıydı. Şimdi işler tersine döndü, “haute couture” oldu. Öğretmen olup para kazanmaya başlayınca hele TRT dönemimde çok iyi giyiniyordum. Öyle ki bir gün Cannes Televizyon Filmleri Festivali’nde ünlü Alman aktör Horst Buchholz yanıma gelip nereden giyindiğimi sordu. Ankara’da bir mahalle terzisinin diktiğini söyledim. Kumaşını sordu, “Merinos” dedim.
Okumaya düşkünlüğüm okuma yazma öğrenir öğrenmez başladı. Lise birinci sınıfta Ankara’da yayımlanan Kaynak dergisine abone oldum. Abone parasını zamanında gönderemezdim ve derginin yöneticisi Avni Dökmeci ikinci sayfanın yan boşluğuna “Abone ücreti rica...” diye yazardı. O sırada Mersin Lisesi’nde şiirleri dergilerde yayımlanan şairler vardı. Bunlardan sadece Ali Püsküllüoğlu yazmayı sürdürdü ama yetişkin yaşlarında o da şiiri sürdürmedi, sözlükçü oldu.