Bizi hayvanlardan ayıran düşünme yetimize rağmen bazılarımız çok kötü şeyler yapabiliyor. Elbet bütün insanların iyi ve kötü şeyler yapabilme potansiyeli var peki neden bazılarımız kötüyü seçiyor? Onları bu duruma iten şey kötüyle doğmuş olmaları mı yoksa çeşitli arzu ve hayatta kalma içgüdüleri mi?
Yüzyıllardır felsefi düşünürlerin kafasını kurcalayan ve aynı zamanda dinlerde yorumlanışı da farklılık gösteren bu sorunun tek bir cevabı yoktur. Konu sadece bireysel değil toplumsal adalet anlayışını da etkilediğinden hakkında tek bir yargının olması imkansızdır. Bazı felsefi ve dinî görüşler insanın kötüyle doğduğunu savunurken bazıları ise insanın iyiye yatkın doğup kötülüğü sonradan öğrendiğini savunur. Gelin iki görüşü farklı açılardan ele alalım.
İki Büyük Düşünür: Hobbes ve Rousseau
Felsefe tarihinde bu konuya dair oldukça zıt iki görüşe sahip düşünürler Thomas Hobbes ve Jean Jacques Rousseau olarak karşımıza çıkar.
Hobbes’a göre insan doğası gereği bencil ve kötülüğe eğilimlidir; çıkarcı, korkak ve rekabetçidir. Tüm bu özellikleri onların doğal hallerinde sürekli bir çatışma ve savaş içerisinde olmalarının nedenidir. Leviathan adlı eserinde, “Homo homini lupus.” (İnsan insanın kurdudur.) diyerek insanı yaratılış bakımından zalim, yırtıcı ve dürtüsel bir kurda benzetir. Doğal durumlarında insanlar vahşilikleri yüzünden birbirine zarar verme eğilimindedir. İnsanın özünde olan bu kötülüğü dizginlemenin tek yolu yasa ve otoritelerden geçer.
Rousseau’nun görüşlerine göre insan doğuştan iyiye eğilimli olup kötülüğü toplumdan öğrenir. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine adlı eserinde insan doğasının ve bu doğadan kaynaklanan duyguların özünde iyi olduğunu savunur. Ona göre doğada yaşayan insan saf, merhametli ve özgürdür ancak toplum, mülkiyet ve rekabet bu doğayı bozar. Doğuştan gelen kötülük değil kötülüğe yönelten koşullar vardır. Amour propre denen bu koşullar, bireyin onuru elde etme duygusunu ifade ederken aynı zamanda kıskançlık, kin ve başkalarının değerli nesnelerden yoksun kalmasını isteme gibi arzulara da yol açtığından ahlaki yozlaşmanın temel nedeni olarak kabul edilir.
İlk Günah ve Fıtrat
Dinler açısından bakıldığında bu tartışma yine farklı biçimlerde yorumlanmıştır.
İnancın ortaya çıkışından sonra yazar Hippo Augustine sayesinde şekillenen İlk Günah ya da Orijinal Günah anlayışı, Adem ve Havva’nın iyiyi ve kötüyü bilme ağacından yasak meyveyi yemeleri günahından doğmuştur. Hristiyanlık, insanın aslen Tanrı tarafından iyi yaratıldığını ancak Adem ve Havva’nın itaatsizliğinden miras kalan bu günah yüzünden doğuştan gelen bir kötülük taşıdığını savunur. İnsanlar ilk günah yüzünden yozlaşmış, doğuştan günah işlemeye yatkın bir hale gelmiştir.
İslam ise insanın Fıtrat denen temiz bir doğa, güzel ahlak üzerine yaratıldığını, kötülüğünse tamamen insanın seçimleri ve arzuları sonucu ortaya çıktığını vurgular. İnsanlar onlara gönderilen esaslara ve kurallara uyduğu sürece bu güzel ahlaklarını sürdürüp iyiye olan kabiliyetlerini devam ettirebileceklerdir. Kur’an’daki Biz ona doğru yolu gösterdik, ister şükredici olur ister nankör. (İhsan Suresi 3) ayetinden de anlaşılabileceği üzere insan hem iyiye hem kötüye yönelme potansiyelindedir. Kötülük insanın kendi iradesiyle seçtiği bir şeydir.
Ben Ne Düşünüyorum?
Anlaşılacağı üzere kötülük ne tamamen doğuştan gelen bir istenç ne de tamamen dışsal bir etkidir. Hem felsefi hem dinî yaklaşımlar insanın iyiye de kötüye de potansiyelinin olduğunu ancak bu potansiyelin çevre, eğitim, ahlak ve toplum üzerinden şekillendiğini savunur.
Her insanın içinde bir kötülük kıvılcımı vardır, onu aleve dönüştüren etkense yaşadığı çevre, tecrübe ve yaptığı seçimlerdir. İnsan iyi olanın uzun, kötü olanın kısa vadede zevk veya sonuç vereceğini bildiğinden hem arzularına kolay ulaşma hem hayatta kalma içgüdüsüyle kötüyü seçer. Bu karar mekanizması doğuştan tüm insanlarda vardır, yaşam boyunca sadece gelişir.